Bir İnsan Babasını Kaç Kez Kaybeder?

 


Asıl yazmak istediklerini dile getirmemek için uzatıp duruyordu günlerdir. Sanki aklındakileri harfe dönüştürünce yüreğinde kabuk tutmaya yüz tutmuş yaralar kanayacaktı. Yüreğine kocaman bir taş oturmuştu. Alev alev yanıyor yüreğini hala kavuruyordu.

Hastanedeki kurulda sorduğu soru geldi aklına “bir insan babasını kaç defa kaybeder”

Aslında son günlerde başka soru kemiriyordu beynini. “bir insan koşulsuzca nasıl güvenir bir başka insana?” Sabah sevdasına sordu bu soruyu. Hiç düşünmeden “Hiç kimseye” dedi sevdası. Biraz düşündükten sonra “Sana” dedi. 

Sevdasının yüzüne bakıp samimiyetini dürüstlüğünü ölçtü kendince… O gözler, o dudaklar ne kadar da çok yalan söylemişti bugüne kadar. Gece boyunca düşünmekten başı ağrımıştı. Halen de kendini iyi hissetmiyordu. Yıllar önce 2009 yılında izledikleri bir diziyi izliyorlardı son bir haftadır. Dizi de herkes birbirine yalan söylüyor, kazık atıyordu. Sadece bir diziydi işte. Gerçek olmayan. Çok şey anlatıyordu bizim kıza. Yıllarca nasıl da hayal dünyasında yaşamıştı. Nasıl da aldatılmıştı en güvendiği insan tarafından. Öğrendiğinden bu yana bırak dünyayı, kendine güvenini kaybetmişti. Bir türlü toparlayamamıştı. Gerçi son günlerde daha iyiydi ama halen evden tek başına dışarı çıkmakta zorlanıyordu. Kalabalığa karışamıyordu. Sanki herkes kötülük yapacaktı ona. Bazen de güvensizlikten ziyade her şey boş geliyordu ona.

Neden? Neden gelmişti tüm bunlar onun başına? Sürekli aynı şeyi soruyordu kendine “Nasıl bir günah işledim de Rabbim bana bu kaderi çizdi?” “Hak ettim mi ben tüm bu yaşananları?”

Çok uzun soluklu bir rüyadan uyanmış gibiydi. Hani, yeni uykudan uyandığınızda üzerinizde bir uyuşukluk olur ya, işte öyle uyuşuktu her yanı. Geriye dönüp baktığında zar zor hatırladığı bazı anlar vardı aklına kazınan. Ailesinin dışında belli başlı birkaç insan. Geçmiş dediğin nedir ki? Hepsi koca bir yalan…

Ne çok güvendiği, sevdiği, korumak kollamak için kendini zora soktuğu, dostum, kardeşim, sırdaşım, arkadaşım v.s. dediği onlarcası yaralamış, öylesine geçip gitmişti hayatının tozlu sayfalarından.

En son da sevdası vurmuştu en büyük darbeyi. Ama öyle bir darbe ki, yerle bir etmişti onu. Hiç kimsenin başına gelmemiştir herhâlde. Tamamı bir avazda, sadece otuz dakikada anlatılan yalan dolan, paçavra olmuş koca bir hayat. 

O hayat ki, her bir harfi balyoz gibi inmişti başına. 

Her bir kelimesi kalbine bıçak gibi saplanmış, cehennem ateşi gibi yakmıştı bedenini. 

Yapışmıştı oturduğu sandalyeye. Kaynar sular dökülüyordu başından aşağıya. Küçücük kalmıştı her cümleyle. 

Her bir hücresi yanıyordu ateşler içinde. Sevdasının ağzından çıkan her bir ses bir kez daha bir kez daha alev alev yakıyordu yüreğini. Bıçaklar saplanıyordu her bir yanına. Nefesi kesilmişti. Boğuluyordu. 

Çığlık çığlığa kaçmak istiyordu ama kıpırdayamıyordu. Bir yanı alev alev yanarken bir yanı donuyordu. Halen içinde yanan o ateş hiç sönmeyecek miydi? (8.1.24 akşam)

Özlem Karagöz Uzun

Post a Comment